Transatlantik: İmamoğlu operasyonu ABD'den nasıl görülüyor? | Hakan Fidan'ın ABD temasları

27.03.2025 medyascope.tv

27 Mart 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız Transatlantik’i yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. ‘Transatlantik'le karşınızdayız. Washington'da Gönül Tol ve Ömer Taşpınar'la birlikteyiz. Tabii ki Ekrem İmamoğlu operasyonunu konuşacağız. Ama öncelikle Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın güvenlik danışmanı Çağatay Kılıç'ın Washington ziyaretleriyle başlayacağız. Gönül, seninle başlayalım. Bu ziyaretlerin tam da Türkiye'deki krizin ortasında olması tesadüf herhalde. En azından ziyaretin daha önceden planlanmış olduğunu en azından. Marco Rubio'nun açıklamasında İmamoğlu olayı var ama Ankara benim bildiğim kadarıyla bunun konuşulmadığını söyledi. Olan biten nedir? Temasların esas nedeni neydi ve bu konu hakikaten hiç gündeme gelmemiş mi?
Gönül Tol: Evet Ruşen, zaten bununla ilgili haber de çıktı ama Amerikan Dışişleri Bakanlığı’ndan konuştuğumuz insanlar İnsan hakları ve protestoların, Marco Rubio ve Hakan Fidan görüşmesinde hiç gündeme gelmediğini söylediler. Hatta ilk önce Hakan Fidan’ın konuyu, bir anlamda ön almak için “Biliyorsunuz Türkiye'de protestolar var” diye gündeme getirdiği, ama Marco Rubio'nun bu konuda “Endişelenmeyin, bizim de kendi dertlerimiz var zaten” anlamına gelebilecek bir yanıt verdiği söyleniyor. Tabii bu şaşırtıcı değil. Marco Rubio'nun ya da Trump yönetiminden herhangi birinin, dünyanın herhangi bir yerindeki demokratik protestolara ve insan hakları ihlallerine ses çıkarmasını zaten beklemiyoruz. O yüzden şaşırtıcı değil. Türk tarafı toplantı sırasında hiç bu konu gündeme gelmezken, Marco Rubio'nun Twitter'da yaptığı açıklamada bunu gündeme getirmiş olmasına şaşırmış olabilir. Bu da PR amaçlı yapılmış bir şeydir diye düşünüyorum. Dolayısıyla evet, bu insan hakları, demokrasi ve İmamoğlu'nun hapsedilmesi gibi konular hiç gündeme gelmedi.
Türkiye'nin gündeminde öncelikli olarak F-35 CAATSA yaptırımlarının kaldırılması ve Washington'la savunma iş birliğinin derinleştirilmesi vardı. Anladığımız kadarıyla görüşmelerin pozitif geçtiğinden bahsediliyor. Zaten Amerikan tarafı, yani Trump da F-35'lerin satılması ve CAATSA yaptırımlarının kaldırılması konusunda gönüllüydü. Ama tabii F-35'lerin satılmasının önünde yasal üç beş tane engel var. Bunlardan bir tanesi, 2020'de yürürlüğe giren CAATSA yaptırımları. Bu yaptırımlar Türkiye'nin S-400'ü almasının ardından gelmişti. Bunlar neden Türkiye'ye F-35 satılmasında bir yasal engel olarak önümüzde duruyor? Çünkü CAATSA yaptırımlarının metninde “yaptırımların kaldırılması için S-400'ün Türkiye topraklarından çıkarılması lazım” ibaresi var. Bu metnin değiştirilmesi kolay bir şey değil ve Kongrenin de onayı gerekiyor. Türkiye, S-400'lerin Türk topraklarından çıkarılmasına yanaşmıyor. Çünkü bu Erdoğan'ı iç kamuoyunda zayıf gösterecek ve geri adım attığı algısını yaratacak, o nedenle buna yanaşmıyor. Onun yerine Biden yönetiminden bu yana süregelen alternatif şeyler konuşuluyordu. Mesela, iki taraf arasında, Türk topraklarından kaldırılması yerine, ‘’bunu kullanılamaz hâle getirme’’ gibi bazı kelime oyunlarıyla, ‘’bunu topraklarımızda tutup yaptırımlar kaldırılabilir mi?’’ mevzusu görüşülüyor. Aslında Amerikan Başkanının şöyle bir yetkisi var: Trump, CAATSA yaptırımları yürürlükte kalmasına rağmen bir muafiyet getirebilir ve bu şekilde F-35'leri satabilir. Ama Türk tarafı, bu muafiyeti kısa süreli bir çözüm olacağı için istemiyor, bunun kökten çözülmesini istiyor.
F-35'lerin satılmasının önündeki ikinci yasal engel, önünde NDA- Ulusal Savunma Yetki Yasası’nın olması. Bunu Kongre geçirdi ve bu da F-35'lerin satılmasının önünde bir engel. En önemlisi de Kongre var. Amerikan Kongresi her ne kadar Biden’ın geçmiş kongrelerine oranla daha çok Cumhuriyetçilerin kontrolünde olsa da yine de Kongrede Erdoğan karşıtı hava güçlü. Kongrede silah satışları konusunda, silah satışlarının onayında önemli bir rol oynuyor. Her ne kadar Marco Rubio, Trump yönetimi “Tamam biz de bunu istiyoruz, yaptırımları kaldıralım F-35'i satalım” diyor olsa da bu kolay bir şey değil. Siyasi irade orada olmasına rağmen, teknik ve aşılması kolay olmayan sorunlar var. Bu meselenin F-35 savunma iş birliği boyutu.
Bir diğer konuşulan, Suriye konusunda Trump yönetimi, Türkiye'nin Suriye'deki rolünü önemsiyor. Zaten Trump bunu açık olarak da söyledi. Ama ondan da önemlisi Ukrayna mevzusu. Konuşulan diğer konulardan bir tanesi Ukrayna. Türk medyasında birkaç yerde “Gazze konusunda da Trump yönetimi Türkiye'yi çok önemsiyor” haberleri çıktı ama böyle bir durum yok. Gazze konusunda Türkiye'nin yapabileceği çok bir şey yok ve o dosyayı Suudi Arabistan üstlenmiş durumda. Gazze mevzusunda Katar ve Suudi Arabistan çok daha aktif bir rol oynuyor. Washington'dan bakıldığında, Erdoğan'ın tutumu Hamas'a çok yakın görülüyor. O yüzden Gazze konusunda Washington'ın, Türkiye'den çok aktif bir politika izlemesi, destek verme gibi bir beklentisi yok. Fakat Ukrayna öyle değil. Ukrayna konusu Trump yönetimi için çok çok önemli. Çünkü bir dış politika başarısına ihtiyacı var ve Ukrayna'da bunu yapabileceğini düşünüyor. Ukrayna'da da Türkiye'nin yardımını, desteğini çok önemsiyor. Ukrayna'da ateşkes görüşmeleri yapılıyor biliyorsun. Pazartesi günü Suudi Arabistan'da görüşmeler vardı, taraflar Amerika arabuluculuğunda görüştü. Bir ateşkes imzalanması durumunda Türkiye'den askeri beklentiler var burada. ‘’Bir barış gücü olarak asker gönderebilir mi?’’ konuları konuşuluyor. Ama konuşulan tek şey bu değil. Onun ötesinde de aslında bu Ukrayna'yla yürütülen süreç çok katmanlı. Katmanlardan bir tanesi deniz güvenliği.  Suudi Arabistan'daki görüşmelerin ardından, bir anlaşmaya varıldı aslında. Karadeniz'de taraflar ticari gemilerin güvenli geçişini sağlamak ve askeri saldırıları durdurma konusunda anlaşmış görünüyor. Rusya'nın söylediğine göre de karşılığında gıda ve gübre gibi ticarete gübre ticaretine yönelik konularda yaptırımların kaldırıldığını söylüyor. Karadeniz'de varılan bu anlaşma önemli. Burada da Amerika Türkiye'nin desteğini istiyor. Üçüncü bir konu Güney Kafkaslar. Amerika, Güney Kafkaslar’da da yine Türkiye'nin desteğini önemsiyor. Çünkü Trump yönetimi, Güney Kafkaslar'da Rusya ve İran'ın etki alanını kırmaya çalışıyor. Bunu yaparken de kendisine ana müttefik olarak Azerbaycan'ı görüyor ve Türkiye ile Azerbaycan arasındaki yakın ilişki de düşünüldüğünde, Trump yönetimi burada Türkiye'nin de oynayabileceği bir rol olduğunu görüyor. Bu çerçevede de bu konular da görüşüldü.

Ruşen Çakır: Ömer, ne dersin yakında Oval Ofis’te bir buluşma olacak mı? Çünkü Biden döneminde Erdoğan Oval Ofis’e hiç gidemedi, değil mi?  Washington’da kabul edilmedi. Hatta nisan ayında gitmek istediğine dair haberler çıktı. Bu, Trump için çok bir sorun yaratmaz herhalde?
Ömer Taşpınar: Benim bildiğim kadarıyla mayıs ayı için uğraşılıyor. Mayıs ayında Erdoğan'ın bir Beyaz Saray ziyareti olabilir ve bu aslında belirli riskler de taşıyan bir ziyaret olabilir. Trump her zaman yaptığı gibi, görüşmenin ilk 10-15 dakikasında basını içeri alacak ve basından sorular alacak. Basında Türkiye'yi birazcık zor duruma sokmak isteyecek birkaç gazeteci, mesela “Türkiye lideri hâlâ Gazze'deki olayların bir soykırım olduğunu düşünüyor mu?” diye soru sorabilir. Burada Türkiye'nin en büyük şansı, Erdoğan'ın İngilizce bilmiyor olması. İngilizce konuştuğu anda bu konuda Ukrayna lideriyle yaşanan gibi küçük bir tansiyon yaşanabilir. Çünkü Erdoğan bu konuda belki de sözünü esirgemek istemez ve sert bir şey söylerse, bir risk oluşabilir. Ama benim tahmin ettiğim kadarıyla, eğer ilk 10-15 dakikalık o basın aşaması atlatılırsa, çok provokatif bir soru olmazsa sorun olmaz. Çünkü en tehlikeli konu şu anda Gazze konusu. Türkiye'nin orada İsrail konusundaki pozisyonu, Trump'ı, Kongreyi ve Amerika’daki Yahudi lobisini rahatsız eden bir şey. Onun dışında iyi bir görüşme olur.

Ruşen Çakır: Tam da İsrail'i soracaktım. Trump'ın Ortadoğu'daki önceliğinin İsrail olduğunu biliyoruz, kendisi de gizlemiyor. İsrail ve Netanyahu bunu çok açık bir şekilde dile getiriyor ve suistimal de ediyor, bunu biliyoruz. Ama İsrail'in bölgede İran diye bir sorunu var, ama aynı zamanda Türkiye diye de bir sorunu var. En son, Haaretz gazetesinde Türkiye'nin Suriye'deki varlığını görüşmek için özel bir kabine toplantısı yapıldığı haberleri çıktı. Trump Erdoğan'ı İsrail'e yakınlaşması için zorlayacaktır diye düşünüyorum. Abartıyor muyum?
Gönül Tol: Hayır, olabilir bence, Trump bunu yapmaya çalışabilir. Ama iç siyaset açısından baktığımızda, bu, Erdoğan için kolay değil. Hele de şu ortamda. Bir ateşkes olur vs. ama şu anda Gazze'yi işgal etmeye çalışıyor, buna dair haberler çıkıyor. Dolayısıyla, Erdoğan'ın böyle bir ortamda bunu yapması kolay değil. Bir de hatırlayalım, Erdoğan ve Türkiye, Gazze saldırılarının ardından, hiçbir şey olmamış gibi devam ediyordu. Erdoğan ne zaman tepki göstermek zorunda hissetti kendisini? Seçimlerden sonra özellikle Fatih Erbakan eleştirinin dozunu yükselttiğinde, buna bir yanıt vermek zorunda hissetti. Ancak o zaman “Ticaret ambargosu koyuyoruz” dendi. Yoksa bunu yapacak bir durumda değildi. Erdoğan, hele şimdi içeride bu kadar protestolarla sarsılırken, o konuda taviz veriyor görünmek istemez.  Ama tabii Trump deneyebilir bunu. Taraflar arasında “Ben arabuluculuk yaptım, hadi öpün barışın” diyebilir. Ama evet, Erdoğan için kolay değil.

Ruşen Çakır: Ömer İsrail'le yakınlaşma konusunda sen ne diyorsun? Erdoğan içeride zor bir durumda olduğu için, Trump bunu kullanmak da isteyecektir diye varsayıyorum.
Ömer Taşpınar: Trump'ın Erdoğan'a bakışı çok pozitif. Ben o görüşmede Trump'tan gelecek bir baskı ve tehlike görmüyorum. Benim ilk 10-15 dakika basından bahsetmemin nedeni, orada bir İsrailli gazeteci olabilir, Yahudi lobisinden birileri olabilir ve onlar Erdoğan'ı zor durumda bırakacak bir soru sorup provoke etmeye çalışabilirler. Bence Trump'ın önceliği, Suudi Arabistan'la İsrail'i bir araya getirebilmek. Yani Türkiye gündemde değil burada. Eğer Suudi Arabistan'la İsrail'i barıştırma konusunda yol alamazsa, Türkiye konusunda uzun dönemde, eğer Gazze de birazcık durulmuşsa, belki hem Netanyahu’yu hem Erdoğan’ı Camp David’e davet edip “Bunlar bir el sıkışsın, İsrail ile Türkiye arasında ben arabuluculuk yapmış olayım, barışa böyle bir katkıda bulunayım” diye düşünebilir. Bu bir spekülasyon tabii ama Trump'ın Nobel Barış Ödülü almak istediğini herkes söylüyor. Trump’ı Nobel Barış Ödülü’ne götürecek olan iki mesele var: Bir tanesi İran'la anlaşma. İkincisi, Suudi Arabistan'la İsrail'i bir araya getirip yeni bir İbrahim Anlaşması gerçekleştirmek. Bunlar önemli. Bu alanda eğer mesafe kat edemezse, ikinci bir konuya adım atabilir belki. Fakat açıkçası ben Türkiye'nin de stratejisinin, Trump'ı her konuda Türkiye lehine çekmeye çalışmak olduğunu düşünüyorum. Trump zaten bence Gönül'ün ilk soruna verdiği cevap çerçevesinde, F-35'ler konusuna bir muafiyet getirebilir. Bütün hukuki engellere rağmen, bir şekilde kendisi araya girip, kısa dönemde Türkiye'ye F-35'lerin verilmesi gibi bir istisna sağlayıp, Türkiye'yi en azından 6 tane F-35'i alabilir duruma getirmeye çalışabilir. Çünkü onların parası ödenmiş durumda ve Türkiye'nin alma hakkı var gibi gözüküyor. Yoksa F-35 almak zaten şu anda zorlaştı. Çünkü F-35 almaya çalışacak olan sırada çok ülke var ve 2-3 yıldan önce sıranın gelmeyeceği biliniyor. Ama benim duyduğum kadarıyla, Türkiye'nin bu konudaki isteği, bunun böyle geçici bir muafiyet veya istisna şeklinde olmaması. Çünkü o muafiyet Türkiye'nin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi durur. Trump zaten fevri bir adam, geçmişte nasıl tweetler attığını biliyorsun. En ufak bir krizde bunu yine gündeme getirir ve sorun çıkarabilir.
Toparlamak gerekirse, Amerika'dan Türkiye'ye, Trump Beyaz Saray veya Dışişleri aşamasında şu anda negatif bir tepki yok. ‘’Türkiye'de otoriter bir gidişat var, Türkiye daha da ciddi bir otoriter rejim haline giriyor. En önemli muhalefet lideri, kendisinin karşısına aday olarak çıkacak kişi hapse atılıyor. Cumhuriyet Halk Partisi'ne ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne kayyum atanma riski var’’ konuları Trump'ın, Amerika’nın gündeminde olacak şeyler değil. Ama bu Kongrenin gündeminde olmayacağı anlamına gelmez. Kongredeki Demokrat senatörler zaten tepki gösterdi. Bunlardan bir tanesi Chris Van Hollen. Birkaç kişi daha gösterebilir. Kongreden bir tepki gelir, ama Amerikan yönetiminden gelmez. Türkiye'deki gidişatla ilgili Amerikan medyasında, Washington Post'ta, New York Times'ta çok daha sık yazı çıkmaya başladı. Bu aslında bir bakıma medyanın geriden takip ettiğini gösteriyor. Bu olaylar olduğunda çok fazla yazı yoktu, belki gündem çok doluydu. Şu anda gazetelerin kendi editoryal başyazıları hem de haberler olarak çıkmaya başladı ve bu aslında bir bakıma medyadan bir tepki geleceğini gösteriyor.
İkinci tepki Amerika'da ve Avrupa'dan Türkiye'ye direkt yatırım değil de Türkiye'den devlet tahvili alan, borsaya yatırım yapan portfolyo yatırımı dediğimiz kısa girişlerde ciddi bir endişe doğmuş durumda. Çünkü bu, Türkiye'de yeni, alışık olmadıkları kadar sert ve muhalefetin ortadan kaldırılabileceği bu bir dönem. O nedenle Mehmet Şimşek'in ne yapacağı, Merkez Bankası’nın hâlâ bağımsız olup olmadığı, Erdoğan'ın derinleşen bir otoriter sistemde eski ekonomik alışkanlarına dönüp dönmeyeceği, Merkez Bankası'nı kontrol etmek, Mehmet Şimşek istifa ederse, onun yerine kendine yakın, uluslararası piyasaların çok tanımadığı birini getirmesi gibi korkuları endişeleri var. Türkiye'ye yatırım yapan yatırımcılardan, medyadan ve muhalefetten bir endişe duyuyoruz genelde. Ama Türkiye konusunda Amerikan yönetiminin herhangi bir şekilde sesini yükseltmek gibi bir derdi yok.

Ruşen Çakır: Gönül, sen ne diyorsun? Sen ABD ve İngilizce okuyan kamuoyuna bu konuda yazılar da yazdın. Gerçekten böyle büyük bir olaya Batı’da gösterilen verilen tepki çok hafif. Eskiden bu kadar büyük olmayan olaylarda çok daha büyük tepkiler oluyordu, en azından gündeme geliyordu. Bu, dünyanın başının çok kalabalık olmasından dolayı mı yoksa Türkiye artık kimsenin umurunda değil mi?
Gönül Tol: Beni New York Times'tan ve Washington Post'tan arayan gazeteci arkadaşlarıma bu soruyu sordum. İki yazı yazdım, bir tanesi Foreign Affairs dergisinde çıktı. Bir de Financial Times gazetesi için yazı yazdım. İkisinde de temel argümanım şuydu: Türkiye'de bu bir dönüm noktası Putin'in Rusya'sına doğru büyük bir adım atıldı” mesajını verdim. Financial Times yazımda da şunu söyledim: “Avrupa Birliği çok uzun zamandır Türkiye'nin demokrasisine ve insan hakları alanına yapılan saldırılara kulak asmıyor. Çünkü jeopolitik alanda, dış politika konusunda Türkiye'nin yardımına ihtiyaç duyuyor. Fakat bu aslında Rusya'ya karşı demokratik dünyayı savunmanın tek yolu. Avrupa'nın, kendi savunmasını güçlendirmesi değil, aynı zamanda demokratik ideallerini de yeniden keşfetmesi gerekiyor. Bunu çok ümidim olduğu için yazmadım. Buna da eleştiri de geldi, “Avrupa Birliği'nden medet mi umuyorsun?” diyenler de oldu. Medet umduğum için değil, ama bazen reel politikte ne olursa olsun idealleri savunmak gerekiyor ve o idealleri savunmayanları, idealleri savunmadığı için eleştirmek gerekiyor. Benim yazım da öyle bir yazıydı. Yoksa hem Amerika hem Trump sonrası Avrupa'da bu demokratik ideallermiş, otokratların güçlenmesiymiş, insan hakları ihlalleriymiş, bunların kimsenin umurunda olmadığının farkındayım. Ama bu, bunu konuşmaktan vazgeçmeliyiz anlamına gelmiyor. Tam da bu noktada, fikir almak için beni arayan Washington Post, New York Times, Guardian ve BBC gibi yerlere, aslında daha çok Amerikalı yayınlara “Ne zaman fark ettiniz? Bu çok önemli bir şey ve bizim bunu haber yapmamız gerekiyor’ demek için dönüm noktası ne oldu ya da neden hemen İmamoğlu'nun hapsedilmesinden sonra buna yer vermediniz?” diye sorduğumda “Gönül öyle bir durumda yaşıyoruz ki bütün gazeteciler uykusuz. Çünkü Trump tarafından sürekli bombardıman altındayız, sürekli yeni bir şeye uyanıyoruz. Bu ülkede o kadar dramatik bir değişim var ki, bunları yazmak için gün içinde yeterince saat yok. ‘Bizim için demokrasi şu bu önemli değil’den çok, aslında kendi evimiz yangın yeri ve gazeteciler olarak durmaksızın bunlarla uğraşıyoruz. Türkiye'ye yeni sıra geldi neredeyse” demeye çalıştılar.

Ruşen Çakır: Gönül, senin birazdan çıkman gerekiyor, biliyorum. Biz Ömer'le devam edeceğiz ama sana Ömer'e de soracağım bir soruyu sana sorayım, ondan sonra Ömer'le biz devam edelim. Malum, ben burada 10 gündür sürekli yayın yapıyorum ve özellikle siyaset bilimcilerle konuştuğumda hep şu soruyu soruyorum; İlk iki gün genellikle yorumlar Putinleşmeye yönelik, rekabetçi otoriterlikten mutlak otoriterliğe, hatta totaliterliğe geçiş ihtimali üzerinden yapılıyordu. Ama sonra, Saraçhane olgusuyla ve pazar günü 15 milyonu aşkın insanın oy kullanmasıyla beraber, insanlar biraz sakinleşti. İlk baştaki ‘’elde kalan her şey gidiyor’’ duygusundan, ‘’acaba bir şeyler mi değişiyor’’ duygusuna geldi. Ne diyorsun?  Sence şu andaki durumda, bir tarafta iktidarın baskısı, bir tarafta toplumun ya da CHP’nin kullandığı yeni tabirle ‘’milletin direnişi’’ ne durumda ve nereye doğru evrilir?
Gönül Tol: Tabii evet, Putin'in Rusya'sı değiliz, ama benim ve diğerlerinin söylemeye çalıştığı şey Erdoğan bizi oraya götürmek istiyor. Erdoğan ne yapmak istiyor, düşünelim. Geçen yılki Rusya seçimlerini düşünelim. Putin, popüler figürlerin ve seçimleri kazanma ihtimali olan insanların seçimlere girmesini engelledi. Putin için seçimler bir demokrasi fasadı, ama hiçbir anlamı yok. Seçimlere girip Rusya'yı izleyen insanlar ya da Rus halkı “Acaba şimdi seçimleri kim kazanacak” diye düşünmüyor, Rusya'nın seçimlerinde sürpriz yok. Erdoğan da Türkiye'yi oraya götürmeye çalışıyor, bu bir gerçek. Ama bu, Türkiye oraya gidecek ya da o noktaya geldi anlamına gelmiyor. İşte bu toplumsal direniş de onu gösteriyor. Buna ciddi bir direniş var. Erdoğan bütün gücü elinde tutan bir lider. 2013'teki Gezi protestolarından bu yana çok daha fazla güç var elinde. Protestoları bir gazeteci olarak takip eden yabancı basını sınır dışı ediyor. Halk TV gibi bütün bu protestolara yer veren yerli kanallara ceza yolluyor, herkesi içeri alıyor. Böyle bir durumda bu protestoların ve demokratik direnişin olması çok ümit verici. Ama ne olacak? Bir sürü genç içeriye alındı. Bugün CHP'li vekillerin raporlarını gördüm, işkence iddiaları var. Bu nereye evrilecek ne kadar sert bir yanıt verecek ve bu yanıt sonunda bu protestolara ne olacak? Bu soruları yanıtlayamadan, ‘’Türkiye Putin'in Rusya'sına dönüştü mü dönüşmedi mi?’’ sorusunu yanıtlayamayız.

Ruşen Çakır: Evet, Gönül’e teşekkür ediyoruz, Ömer'le devam ediyoruz. Ömer, aynı soruyu sana da sorayım, herhalde tekrarlamama gerek yok. Buradaki denge an itibarıyla ve yakın gelecekte kimden yana değişebilir?
Ömer Taşpınar: Yene istersen basından başlayarak gidelim. Amerikan ve Avrupa basını Türkiye'yi nasıl görüyor? Sonra ben kendi fikrimi de söyleyeyim. Onları şaşırtan şey, aslında Erdoğan'ın sert hamlelerle otoriterliğini derinleştirmesi değil bence. Batı basını Erdoğan'ı uzun süredir zaten Putin gibi görüyor. Hatta Türkiye'yi bu derinleşmiş otoriter sistemler arasına koyuyor. Baktığında, Amerika'da gazeteler veya düşünürler televizyonlarda dünyadaki otoriter liderlerin isimleri konuşulduğunda, Türkiye'nin lideri Erdoğan her zaman için o ilk beşin içinde. Şi Cinping, Putin, Erdoğan, Chavez, Chavez'den sonra gelen Venezuela'daki sistem ve Orban, hepsi bir paketin içinde değerlendiriliyor. Erdoğan'ın seçimle gidebileceği konusunda Batı’da çok ciddi soru işaretleri var. ‘’Rusya'daki seçimler zaten belli, Putin seçimle gider mi? Gitmez. Çin'de zaten seçim yok. Mısır'daki liderin seçimle gideceği var mı? Mübarek 30 yıl kaldı, Sisi de neredeyse onun rekoruna doğru gidiyor’’ gibi, Türkiye, neredeyse Mısır ve Sisi rejiminde yaşananlar gibi gösteriliyor. Tam olarak Erdoğan’ın, seçimle gitmeyeceği eğilimi var. Aslında Batı basını için haber değeri taşıyan şey, belediye başkanının tutuklanmasından çok, protesto engeline, protesto yasağına rağmen Saraçhane'nin önüne yüz binlerin gelebilmesi, o insanların oraya akabilmesiydi. Hadi CHP'nin verdiği rakamları ciddiye almayalım, Özgür Özel çok abartı rakamlar söyledi ama eğer orada 200 bin, 300 bin kişi toplandıysa bunun ciddi bir haber değeri var. Çünkü bu bir toplumsal tepki anlamına geliyor ve bana göre, eğer o toplumsal tepkiyi görebiliyor olsalardı, Batı’nın ilgisi daha da yoğun kalabilirdi. Orada gençler kalıp “Biz, İmamoğlu serbest bırakılana kadar buradayız, Saraçhane'yi bırakmıyoruz” dediğinde hem piyasalar hem basın daha tedirgin olup, ‘’Türkiye'de ne oluyor?’’ konusu daha ciddi bir şekilde açılabilirdi. Senin bahsettiğin dönemde bir oylama oldu, hapse girdi ve o gösteriler sona erdi. Bu, ilgiyi yavaş yavaş azaltacak ve Batı’da “Erdoğan artık bir daha seçimle gitmez. Türkiye'de seçim olur mu olmaz mı, seçimi muhalefetin kazanma ihtimali var mı yok mu?” gibi bir tartışmalara girerler ve o tartışmalardan da Türkiye'nin artık seçimle iktidarının değişmeyeceği yere doğru gitmesi gibi bir analiz oluşacak gibi geliyor.
Bana soracak olursan, benim için önemli olan şey şu: Ben mağduriyete önem veriyorum ve senin de Kadri Gürsel'le yaptığın Erdoğan'ın başına gelenler bugün İmamoğlu'nun başına geliyor analizi. Arkasına toplumu almış bir İmamoğlu bu sistemi kırabilir mi? 1990'larda Türkiye'de bir askeri vesayet varken, devletle siyaset arasında bir fark vardı. Erdoğan siyaseti ve toplumu arkasına alarak, bir bakıma devlete karşı bir başarı kazandı, bir seçim kazandı. Devlet dediğim, sonuçta askeri vesayetti, Erdoğan'dan hoşlanmayan bir sivil ve daha önemlisi askeri bir bürokrasi vardı. Türkiye'de 28 Şubatvari bir şey olabilir miydi? Erdoğan buna, toplumu arkasına alarak karşı çıktı, çünkü devletle siyaset ve toplum birbirinden ayrılmıştı. Bugün baktığımızda, bana göre biraz daha totaliter bir Türkiye var. Devletle siyaset arasında, devletle hükümet arasında daha az fark var, çünkü devleti ele geçirmiş hegemonik bir parti var. Eskiden Türkiye otoriterdi, bugün daha totaliter gibi geliyor bana. Bu totaliter sistemde, İmamoğlu'nun hapisten çıkıp kısa bir dönemde toplumu arkasına alıp, şahlanıp, Erdoğan'ın 2002 seçimlerinde yaptığı gibi iktidarı ele geçirmesi daha zor. Bugünkü şartlarda o başarının tekrar edilmesi, AK Parti'nin kendi başarısını, Erdoğan'ın devlete karşı toplumu arkasına alarak çıkarması daha zor. Çünkü karşımızda en azından 11 milyon üyesi olan bir AK Parti var. Biz 2023'te de çok heyecanlandık. Burada Amerikalı ve Avrupalı gazetecilerin çoğu “Niye bu kadar heyecanlanıyorsunuz? 2023'te Erdoğan seçimle gider mi, Putin gibi bir adam” diyorlardı. Biz “Hayır, arkasına toplumu almış bir durum var” diyorduk. Ama orada tabii fark etmediğimiz, AK Parti'nin hem tabanının hâlâ kendisine yakın oluşu. On bir milyon üye ve dağıttığınızda, aileleriyle yardım alan tabanda bir kesim var. Bir de tabanda oligarşi var, bir şekilde işleyen bir patronaj ilişkisi var. O şirketler ve Erdoğan'ın daha üst seviyede kurduğu patronaj ilişkileri çok güçlü ilişkiler. CHP'nin bunları kırabilmesi için, üye sayısının 1,5 milyondan 5-6 milyonlara çıkması lazım. Eğer gerçekten 15 milyon kişi oy kullandıysa, keşke orada bir mekanizmayla bunların yarısını CHP'ye üye yapabilselerdi. Toplumla daha birleşecek bir CHP gerekiyor. Bu olmadıkça Erdoğan'ın eski başarısının İmamoğlu tarafından tekrar edilmesi çok zor geliyor bana. Bu arada, Erdoğan 4 ay hapiste kalmıştı, İmamoğlu'nun ne kadar hapiste kalacağını bilmiyoruz.
Bugünkü sistem içinde Türkiye’de 90'lara göre daha totaliter, daha tek bir siyasi partinin elinde ve bir kişinin elinde olan bir hukuk düzeni var. Türkiye'deki düzen eskiden farklıydı, eskiden otoriterdi ama bir insan üzerinden değil, bir ideoloji üzerinden gidiyordu. Kemalizm, Atatürkçülük, askeri vesayet diyelim, bunların bölücülük ve irtica denen iki kırmızı çizgisi vardı. Bugün baktığımızda, o askeri, bürokratik yapı ve devletle siyaset arasındaki kırılma yok. Bir toplum var ve toplumun da ne kadar bu işlere girebileceğini önümüzdeki aylarda görebileceğiz. Gösteriler devam eder mi, bu boykot meselesinden bir şey çıkar mı, Türkiye'de kan akmadan, polisle gençler karşı karşıya kalmadan bir sivil direniş olabilir mi? Bunlar olursa, o zaman Türkiye'de bir değişim olur diye düşünüyorum. Ama bunların olması için de açıkçası şartlar uygun değilmiş gibi geliyor bana. Ekonomik olarak da bıçağın kemiğe dayanması gerekiyor. O konuda da ben çok iyimser değilim. 2023'te Türkiye'de enflasyon vardı ama kitlesel işsizlik yoktu. Sistem, %20, %30 oranında işsizlik olmadan dibe vurmuyor. Bu patronaj ilişkileri, o 11 milyonun hâlâ kendini AK Parti'ye yakın hissetmesi, -Çünkü oradan gelen ekonomik bir yardım ve iş bulma var- o ilişkiler, Türkiye'ye yaklaşık 25 yıldan beri yeni bir düzen getirdi. Belki de bu öğrenilmiş bir çaresizlik, o yüzden kendi adıma çok fazla heyecanlanamıyorum. İmamoğlu hapisten çıkar veya Özgür Özel bir şekilde İmamoğlu'nu temsil eder, bir sonraki seçimde CHP şahlanır ve İstanbul'da belediye seçimlerinde veya yerel seçimlerde gösterdiği başarıyı birinci parti olarak çıkarak ve Erdoğan'ı alt ederek kazanabilir diyecek yapısal veriler elimde yok gibi geliyor.

Ruşen Çakır: Ne diyeyim, umarım yanılıyorsundur. Evet biz buradayız. İşimizi yapıyoruz. Allah büyük. Evet ‘Transatlantik’i noktalamadan önce, bütün izleyicilerimizden bu programa ve Medyascope’a sahip çıkmalarını rica ediyoruz. Desteklerinizi Patreon'dan ve YouTube’dan vermenizi rica ediyoruz. Ömer Taşpınar'a ve Gönül Tol'a çok teşekkürler, haftaya buluşmak üzere.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
30.03.2025 Erdoğan insanların ne gönüllerini kazanabiliyor, ne de gözlerini korkutabiliyor
27.03.2025 Transatlantik: İmamoğlu operasyonu ABD'den nasıl görülüyor? | Hakan Fidan'ın ABD temasları
26.03.2025 Erdoğan’ın CHP ve Özgür Özel öfkesi
25.03.2025 İmamoğlu operasyonu ile çözüm süreci arasında bağ var mı? Hamit Bozarslan yorumladı
24.03.2025 Erdoğan’ın on yanlış hesabı ve bundan sonrası için beş tespit
24.03.2025 Mansur Yavaş’ın Kürtlerle ne alıp veremediği var?
23.03.2025 Erdoğan’dan CHP’ye büyük kıyak
21.03.2025 Kandil ile barış, CHP ile savaş
21.03.2025 Haftaya Bakış (259): CHP'nin kurultay kararı, çözüm sürecine İmamoğlu darbesi
20.03.2025 “Sahi ne oldu sizin süreç?”
30.03.2025 Erdoğan insanların ne gönüllerini kazanabiliyor, ne de gözlerini korkutabiliyor
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı